18 Aralık 2009 Cuma

KARA YAĞMUR 1. bölüm

| |




Çıldırmak üzereyim.
Çıldırmaktan korkmuyorum.
Belki hepten çılgınım.
Çıldırmaktan korkmuyorum.

Korkmuyorum, korkmuyorum ki mahkumu olduğum bu azabı akılcı gözle seyretmek mecburiyetinde kalmayayım. içinde bulunduğum, vasata abes gelebilecek nizamı akılcı gözle seyredip acı çekmemi benden kim isteyebilir? Acıdan başka nasibim ne? Neden geceler boyu, neden günler, haftalar, aylar, yıllar ve evet evet asırlar boyu, bu gri ürpertinin hem içinde hem de dışında yaşıyorum? Sabrını sonuna kadar zorlama. Bırak kendi halime beni. Neden duvarlar hem bende ve hem bende değil? Neden ben onların hem içinde ve hem de dışındayım? Neden hem bu günde ve hem de dündeyim? Gerçekten hem de dünde miyim? Neden seni işte şu ilk görüşte tanıyor ve neden hem de kimliğini araştırıyorum? Neden benim kimliğim seninkini bulmama bağlı? Buraya nereden düştüm? Yerim burası mı? Burada mı olmam gerek? Bugünki kimliğim ne? Ya daha evveli? Ya daha evveli ve daha daha daha evveli? Ya sen? Bana ancak o yardım edebilir, içimden güller havalanıyor, içimden kuşlar havalanıyor. Bütün kainatı kucaklayabilecek ve kendimi bir yere oturtabilecek güçteyim. Bütün varlığımla ona gidebilirim. Gözleri şehrin üstünden geçen yağmur bulutları kadar gri iken, yağmur bulutları kadar ıslak geçerken ömrümden, gözleri kentin kalabalığında yalnızlığıma, asırlara sinmiş yalnızlığıma bir anda dür diyecekken. Nasıl mümkün olur çıldırmak? Bütün varlığımı asırlardır yayıldığı, dağıldığı yerden toplayabilecek güçteyim. Bütün varlığımı dağıldığı zamandan ve mekandan toplayarak bir araya getirebilecek ve nihayet bütünlük duygusuna ulaşabilecek kaabiliyetteyim. Ve bu her şeyin sonu, mutlak huzurun çağrısı olmaz mı? ‘Varlığın emeli kendini tasvir ve teyid’ değil mi? Nerede olduğunu görebilen insandan daha bahtiyar kim var? Söyle bana, kim var? İçimden güler havalanıyor, ilk bakışta onlardan farkın yok. Şimdi garip bir müzeye dönüştürülmüş sarayımızda, sen dünyanın kim bilir hangi köşelerinden gelmiş şu sarı saçlı mavi gözlü yabancı ve hoyrat kalabalığın arasında. Ben senin arkanda. Temmuz güneşi ne kadar acımasız. Hiçbir gölgeye yer yok. Bu yabancı kalabalığa benziyorsun ama biliyorum, sen ‘o’sun. ilk bakışta ona benzemesen de, böyle bir firuze salkımıyken gözlerin sen ‘o’sun. Bir defa gözlerime baksan, gözlerimiz karşılaşsa bir defa, bir defa gözlerinim içindeki macerayı tüylerin ürpermeden seyredebilsen. Anlayacaksın. Tanıyacaksın. Hem kendini, hem beni. Bütün macerayı toptan kucaklayarak bana bütün ülkeni açacaksın. Sen benim kim bilir kaç asır hep başkaları tarafından kuşatılmış ve nihayet zorla düşürülmüş kale’m değil misin? Kimselere anlatamadım. Korkum, anlaşılmamak filan değildi. Çılgın zannedilmek de değildi endişem. Rakibi araya sokmaktan hangi aşık hazzeder? Anlamayacaklara en güzel hikayeyi ne diye anlata idim? Bunun için şahs-ı nadana kitab-asa açılmadım, esrarıma kimseler vakıf olmadı. Kimsenin taşıyacak gücü olmadığını kestirmek güç değildi. Bir tek kişi vardı dökülüp saçılabileceğim. O da sendin. Sen işte. Sensin işte. İlk bakışta benzemesen de, sırtında kadife üç eteğin, basında mor yaşmağın, zümrütlerin olmasa da. Saçlarını berber başı düzeltmemiş olsa da. Amber kokularıyla ovulmamış olsa da tenin. Itırlarla yıkanmamış, yedi gümüş leğenden geçirilmemiş olsa da giysilerin. Her şeyin buharlaşabileceği kadar sıcak şu günde, bizim maceramıza, bizim tiyatromuza, bizim hikayemize, ne kadar yabancı şu kalabalığın arasında. Senin dahi farketmediğin kuytu ve serin gölgeliklerde herkesten fazla sen ‘o’sun. Bir tek sana anlatabilirim ve dahası bir tek sen anlayabilirsin. Beni bana bir tek sen iade edebilirsin. Lütfet güzelim. Söylesem acaba bana inanacak mı? Söylesem acaba kim bilir kaç gece işte şu önünde durduğu dehlizin sonundaki gölgelerin kucağında, sabahlara kadar tek kelime etmeksizin ülfet eylediğimizi. Kaç gece mey içerken camıma aksinin düştüğünü. Kaç gece belki o bile bilmeksizin ruhuna sahip olduğumu. Hayır inanmaz. inanmaz ve korkarım o yağmur yemiş gözlerinin grisini. gözlerime dikerek sorar ve yine kaçar. Belki sormaz bile. Ona desem ki, sen bilmiyorsun sevgilim, sen bilmiyorsun ama biz seninle ‘bir eski zaman aynasının derinliğinde öpüştük’. Biz, biz artık iflah olmayız. Çünkü bizi bir yerlerde unuttular. Şimdi de işte bir yerlerden toplanılmayı bekliyoruz. Biz seninle kaç gece şu taşlıkları adımladık. Hangi zamanlardan kalmayız? Birlikte olduk mu? Beraberce kala kaldığınız o zamanda ve mekanda bana iğrenmeden, kim bilir hangi talihin sana bağladığı şu çirkin ve noksan bedenime bir an ürpermeden bakabildin mi? Beni hem sevdin hem de kaçtın ve korktun değil mi? Bunun için zaten gerideki hikaye bu kadar karışık, tavırlar böylesine belirsiz. Çirkinim ben. Hiç güzel değilim. Tenim kapkara. Uzak ve sıcak ülkelerin kum fırtınaları kadar; yağlı ve isli kandillerin, üzerine, ölüm ürpertileriyle sarı ve titrek yandığı, aydınlatmaya çalıştığı, dipsiz kuyulara benzer taşlıklar kadar; her biri gördüğü kan ve ölüm ve aşk kokan acımasız maceraların ardından bir defa daha sağır ve dilsiz kendi üzerine kapanan cellat duvarlar kadar; kirli ve karayım. Sen karşımda hala dünyalar güzeli. Teşbihe ne şükür. Güller kadar, ahular kadar güzel. Serv-i hıramanım, vücüd ikliminin, gönül mülkünün sultanı, derdimin dermanı efendimsin sen. Seni ilk gördüğüm günü bilir misin? Kaç asır evvel. Varlığının en büyük eksiği ile ben, utancı ile ben, tamlık, mükemmellik duygusunun teşnesi ben, koparılıp getirildiği kara gecelerin gökleri kadar kapkara ben. Ve sen yine şimdiki gibi. Mahmur uykuların içinden çiğdemli sabahlara bir ruh gibi, bir rüya gibi süzüldün. Seninle karşılaştığım, senin bana emanet edildiğin o ilk anda, ulaştığım bütünlük duygusu. Tastamam, bütün, eksiksiz bir ruh. Ama sadece senin yanında Sadece senin acılarını, göz yaşlarını, hatta mahremiyetini paylaştığım, ikliminde bulunduğum anlarda. Bu duyguyu koruyabilmek için hep sen lazımdın. Sen, beni, bilmem benim tahayyülünden dahi ürperdiğim manada, hiç gördün mü? Sanmam. Sanmam ama bana baktın ya. Benimle ülfet ettin ya. Benimle sabahları yakaladın ya. Bana derdini, bana onu, bana aşkını anlattın ya. Beni ben olarak gördün ya. Hiçbir şey tahayyül etmiyorum. Gördüğüm bana yetiyor. Bazan oymalı endam aynalarının derinliğinde ruhlarımız sarılıyor. Bazan ince su sızıntılarının yıkadığı taşlıklarda ağlıyorsun. Bazan sen kaçıyorsun da ben asırlarca arkandan geliyorum. Bu karmaşa, bu buğu varlığınım bütünlüğünü engelleyemeyecek kadar ufak bir ayrıntı. Önemli olan senin var olduğunu bilmem ve bütünlük duygusuna ulaşabilmem. Dağılmış, yayılmış olduğum yerlerden ve zamanlardan kendimi toplayabilecek gücü idrak edebilmem. Bazan en yakınında, en kuytuluğunda, bazan uzağında, istiğnada. Ama daima zamanı ve mekanı belli, işte şimdi de sen lazımsın. Bir defacık gözlerimin içine baksan ve bakışlarınla, seni tanıdım, desen. Yirmi bilmem kaçıncı asrın sonlarında, basit bir resmî daire memurunu, koca kentin kalabalığında boğulmak üzere olan bir yazıcı müsveddesini kendi kendisine iade etsen. Bir defacık gözlerinle gözlerimin içine bakman ve hiç konuşmaksızın, bakışlarınla, seni tanıdım, sen ‘o’sun, ben de ‘o’yum, demen lazım. Her yandan ocakların, çeşmelerin, perdelerin aralarından bir ney sesi yükseliyor. Çalan, söyleyen yok. Varlığı ürpertilerime yönelik bir ney sesi. Belki padişahınız efendimiz, cennet-mekan Selim-i salis ney üflüyordur. Belki biraz evvel, katlinden biraz evvel o müthiş beyti söylemiştir; Kendi elimle kesip yare verdiğim. kalem/Fetva-i hun-i na-hakkım yazdı ibtida demiştir. Belki Alemdar, Arz odasının önüne boylu boyunca uzatılmış, şimdi yerinde kırmızı bir porfir taş, sağ şakağı çenesine kadar yarılmış, kanlar içindeki mübarek cesedlerini görerek, hıçkıra hıçkıra Orta avludaki dokuzuncu servinin dibine çöküvermiştir. Bu kan deryasının ortasında sen neredeydin? Şimdi neredesin? Halime acı ve bir nigah et ne olur ey gonce-delıen. Bir nigah et ki bu acımasız masal bir defa da bütünlüğünü gözlerinden toplasın.

0 yorum:

Ir arriba

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails

İzleyiciler

 
 

Diseñado por: Compartidísimo
Con imágenes de: Scrappingmar©

 
Ir Arriba